TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KAYNAK SİTESİ

Edebiyat'a dair her şey alikaramanhoca.com 'da

Üyelik Girişi
KAHRAMAN KADINLARIMIZ
TÜRK BASINININ TARİHSEL GELİŞİMİ
EDEBİYAT KONU ANLATIM VE SORU ÇÖZÜM VİDEOLARI
TYT-AYT ÖNEMLİ HATIRLATMALAR
SINIFLARA GÖRE DERS NOTLARI
TÜRKÇE (DİL VE ANLAM BİLGİSİ)

KAHRAMAN KADINLARIMIZ


HALİDE EDİP ADIVAR

“Dünyada hiçbir milletin kadını 'Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar himmet gösterdim' diyemez.“ M.Kemal Atatürk.

   Atatürk’ün Samsun'a çıktığı 19 Mayıs 1919 günü İstanbul’da Fatih Meydanı’nda düzenlenen mitingde, binlerce Türk kadınına seslenen Halide Edip Hanım şöyle haykırıyordu: 'Türk ve Müslüman bugün en kara gününü yaşıyor. Gece karanlık bir gece. Fakat insan hayatında sabahı olmayan gece yoktur.' Fatih mitingini Üsküdar ve Sultanahmet mitingleri izledi. İstanbul’un işgalinden Sonra Ankara’ya gelen Halide Edip, İzmir’in kurtuluşuna kadar Onbaşı rütbesiyle Başkomutanlık Karargâhında ve gönüllü olarak Kızılay'da görev üstlendi. Daha sonra üstçavuş rütbesi verildi. İstiklal Savaşımızla ilgili anılarını ' Türk'ün Ateşle İmtihanı‘ başlıklı bir kitapta topladı.


NEZAHAT ONBAŞI

Eşini yitiren 70. Alay Komutanı Hâfız Hâlid Bey, 8 yaşındaki kızı Nezahat'ı kimseye emanet edemeyip yanına almıştı. Küçük Nezahat, Çanakkale Cephesi’nde savaş havasına alışmış; Alay, İzmit'e nakledildiğinde talimlere katılarak mükemmel at binmeyi, silah kullanmayı öğrenmiş ve 12 yaşında 'onbaşı' rütbesini almıştı. Babasının yanında cepheden cepheye koşmuş, çarpışmalara girmiş ve 100'den fazla düşman askeri öldürmüştü. Milli Mücadele esnasında 10–12 yaşlarında idi. Babası 70. Alay Kumandanı Hâfız Halid Bey’in yanında birçok savaşa katılmıştır. Alay’ın askerleri için fevkalade önemli bir rol oynamıştır. Bu harika küçük kız, yaşından beklenmeyecek derecede büyük cesaret örnekleri vererek babası Hafız Halid Bey’in kumandasındaki 70. Alay’ın birçok muvaffakiyetinin belli başlı âmili olmuştur. Gediz Muharebelerinde geri çekilen askerlerin önüne çıkarak: “Durun! Nereye gidiyorsunuz?..” diye haykırarak etrafına olağanüstü bir cesaret aşılamıştır. Nezahat Onbaşı 30 Ocak 1921 tarihinde, TBMM’de İstiklal Madalyası ile ödüllendirilmesi önerilmiş, bu öneri TBMM’ de hararetle kabul edilmiş, ancak Kurtuluş Savaşı’nın hengamesi içinde işleme konulamamış, daha sonra da kararın yerine getirilmesi unutulmuştu. Kendisi de hiçbir zaman ne 'Madalyamı verin!' talebinde bulundu ne de TBMM Başkanlığınca alınmış kararın yerine getirilmesi için müracaat etti. 
   Nihayet karardan 65 yıl sonra 78 yaşında bir nine iken TBMM’nin “Şükran Belgesi’ne” kavuşmuştu ve bu duygulu anda gözyaşlarını tutamamıştı.  70. Alayda şehit olan bir erimizin cebinden çıkan, annesine yazdığı mektubunda “biz Mehmetçik Nezahat'e Türklerin Jean d'Arc 'ı diyoruz” ifadesi yer almaktadır. Hepimiz Jean d'Arc’ı ortaokuldan beri tanıyoruz ama Nezahat Onbaşı’yı kaçımız tanıyor.

TAYYAR RAHMİYE

Osmaniye kazasının Kaypak Nâhiyesi Râziyeler köyünden Rahmiye Hanım, Fransızların işkence ve baskılarına tahammül edemeyerek Hüseyin Ağa’nın Milli Kuvveterine gönüllü olarak katılmış ve 1336 (1920) Şubat’ında Hasanbeyli civarında 89. Tümenin yürüttüğü taarruza müfrezesiyle katılmıştır. Bu çarpışmada Fransızlardan 80 tüfek ve 2 makineli tüfek alınmıştır. 
   Çarpışmada şehit düşen ve ateş altında kalan iki arkadaşını kurtarmak için derhal ileri atılarak gidip şehitleri kurtarmış ve bu kahramanca hareketinden dolayı kendisine “tayyar” (uçan) ünvanı verilmiştir. Temmuz ayında Osmaniye’deki çok korunaklı Fransız karargâhına saldıran arkadaşlarının tereddüdünü gören 
   Tayyar Rahmiye: “–Ben kadın olduğum halde ayakta duruyorum da siz erkek olduğunuz halde yerlerde sürünmekten ve saklanmaktan utanmıyor musunuz?” diye bağırarak arkadaşlarını hücuma teşvik etmiş ve Fransız karargâh kapısının on adım önünde alnından aldığı bir kurşun yarasıyla şehit olmuştur.

FATMA SEHER HANIM

   1888’de Erzurum’da doğdu. Subay Suat Derviş Bey ile evlenip Balkan Savaşı’na katıldı. I. Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi’ne gitti.1919'daki Kongre günlerinde, Mustafa Kemal'le bizzat görüşebilmek için Sivas'a gitti. Mustafa Kemal’in karşısına dikilerek: "Kadın isem, Türk de değil miyim? Bana iş göster!" diyen bu kahraman Türk kadını, bu görüşmenin ardından, Milis Müfreze Komutanı olarak Batı Cephesinde görevlendirildi. 
   300 kişiyi aşkın birliği ile Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde Mehmetçikle  destanlar yazdı. Büyük Taarruz'un ilk günlerinde General Trikupis‘in birliğine esir düşmüşse de, kaçarak yeniden Müfrezesinin başına geçmişti. Kahraman kadın Kurtuluş Savaşı’ndan sonra “üstteğmen” rütbesi ile emekli oldu. Emekli maaşını Kızılay’a bağışladı.Fatma Seher Hanım 1954 yılında TBMM tarafından kendisine yeniden aylık bağlandı. Bir savaş alanında birlik yöneten dünyanın ilk kadın subayıydı.

DOMANİÇLİ HABİBE

Milli Mücadele'yi yaşayan yazarlarımızdan Şükûfe Nihal Hanım, “Domaniç Dağları’nın Yolcusu–Bir Yurt Gecesi” isimli eserinde dikkat çeken bir olay nakletmektedir: “...İstiklâl Savaşı sıralarında İnegöl toprakları bir büyük facia geçirmiş... Domaniç Dağları’ndan inen bir köylü kadını, düşmana yol göstererek vatana ihanet etmiş olan öz oğlunu silâhıyla vurarak bizzat cezalandırmıştır.” İki satırla kısaltılan bu olay; bir roman, bir destan konusu olabilecek kadar derin... Bir Türk kadınının yüksek vatan sevgisini ve inancını ifade ettiği için, kadınlık tarihimizin sayfalarına geçecek kadar haşmetli... Biricik sevgili çocuğunu kendi elleriyle yere seren kahraman ananın yaşadığı bu hâl, hakikaten ibret vericidir. Bir Yunan fırkası, Bursa’nın Adranos kazasından geçti. 
   Domaniç’ten, Sultan Dağları’ndan Kütahya üzerine doğru yürüdü. Karargâh Kumandanı Nâzım Bey şehit oldu. İnegöl halkı yediden yetmişine, düşmana karşı koymaya hazır... Silah bulamayanlar; taş, odun, demir parçalarıyla vatanı korumaya gidiyorlar!.. O sırada Domaniç Dağları’nın bu yiğit kadını da 20 yıl boyunca bütün bir gençliğini harcayarak yetiştirdiği oğlunun eline silahını veriyor. Ona aşıladığı vatan sevgisinden emin bir halde göğsünü gere gere, İnegöl’e düşmanın karşısına gönderiyor. 
   Lâkin, gel gör ki; dağdan inen bu saf köylü çocuğu, bize hıyânet eden bir jandarma onbaşısının oyuncağı oluyor. Yaptığı işin kötülüğünü farketmeden düşmana haber taşıyor. Bir gün, köyünde oğlunu, yurdunun kurtuluşu için dua ederek bekleyen bu talihsiz anaya, uğursuz bir haber veriyorlar: “Oğlun düşmana casusluk etti!” Kadın, bir an duraklamadan silahlarını kuşanarak atına binip yola düşüyor. Kuytu ormanlar, yalçın kayalar aşarak bir yıldırım hızı ile İnegöl’e iniyor. Aldığı adrese göre oğlunun bulunduğu yere varıyor. Kendisini görmek üzere geldiğini söylüyor. Az sonra anasının gelişine sevinen genç, elini öpmek için koşa koşa yaklaşırken atının üstünde dimdik bekleyen kadın, kara feracesinin yerine sakladığı silâhı çekerek tek kurşunla onu toprağa seriyor... Ve atın başını çevirerek arkasına bakmadan, bir kasırga hızıyla dönüp kayboluyor...”

TAYYİBE HATUN

Ayşe Hatun'u veya diğer adıyla Tayyibe Hatun’u tanıyor musunuz? Sekiz aylık kızı kucağında, omuzunda mermi… Cepheye cephane götürüyor. Sekiz aylık kız, dinler mi düşmanı… Ağlamaya başlıyor. Ayşe Hatun, düşman onları fark ederse çok kısıtlı olan cephane cepheye gidemeyecek, düşüncesiyle çocuğunu göğsüne yaslar, düşmanın gitmesi uzun sürer. Düşman gittiğinde, göğsüne basturdığı çocuğunu, kendi eliyle şehit ettiğini farkeder. Ayşe Hatun yada diğer adıyla Tayyibe Hatun; çocuğunu yere koyar üzerini bayrakla örter ve şunları söyler: “Sen yüzlerce binlerce yıl sonra doğacak Türk çocukları için şehit oldun. Bu benim için de, senin için de bir şereftir. Yeter ki vatan sağolsun.” Ve omuzuna alır cephanesini ve yola koyulur. Onun yapabildiğini acaba hangi ülkenin kadını yapabilir? Ya da zamanımızda hangi kadın yapabilir?

HAFIZ SELMAN İZBELİ

Kastamonu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Kadınlar Kolu kurucularından ve Kastamonu’da ilk kadın meclisi üyesi, sıkı bir Atatürk hayranı ve kendi deyimiyle bir “Cumhuriyet kadını”idi.  Kurtuluş Savaşı sırasında Kastamonu’ daki kadınları toplamış, asker için çorap, kazak, fanila ördürüp cepheye göndermişti. Varlıklı bir aileden geliyordu. Asker Kastamonu’ya geldiğinde hepsini yolda karşılayıp doyurmuştu. Hep “Ben Cumhuriyetçiyim” derdi… Savaştan sonra yeni baştan herkes gibi Türkçe harflerle okuma yazmayı öğrenmişti.Hafız Selman Hanım’a milletvekilliği de önerilmişti. “Hafız olduğum için başımı açamam. Başımı açamayacağım için de milletvekili olamam” diyerek kabul etmemişti. Mustafa Kemal’in Kastamonu’ya geldiği sırada İzbeli Konağı’nı ziyaret ettiği ve karşılıklı kahve içtikleri söylenmektedir.

HALİME ÇAVUŞ (KOCABIYIK)

Kastamonu’da doğan, anne-babasının “kızım gitme” şeklinde yalvarışlarını dinlemeden mücadeleye katılan Halime Çavuş, uzun yıllar Halim Çavuş zannedildi. Kurtuluş Savaşı’na giderken erkek kılığına girdi, erkek gibi traş oldu, saçını kazıttı ve kimseye kadın olduğunu söylemeden Türk askerinin arasına karıştı.Düşmanın açtığı ateş sonucu bir ayağı sakat kaldı.Bir keresinde İnebolu’dan cepheye cephane taşırken Mustafa Kemal Paşa’ya rastladı. Ancak rastladığı kişinin O olduğunu bilmiyordu Mustafa Kemal Paşa 
-“Sen üşüyor musun böyle?” diye sordu. 
-“Bey, 100 bin kişi kurtulacak. Ben öleceğim de ne olacak?” dedi. 
Paşa kafa kağıdını istedi. Verdi. 
-“Sen kız mısın?” “Evet.” Gün geldi savaş bitti, ancak o ne asker üniformasını çıkardı ne de her sabah traş olmaktan vazgeçti. 
Savaş sonrası Mustafa Kemal tarafından Ankara’ya çağrıldı. Ailesi önce korktu, Paşa Halime’yi neden çağırıyordu ki? 
-“Gitme” dediler,o yine dinlemedi ...
Kapıda yavere ;
-“Paşa hangisi bilmiyorum” dedi. Yaverin “soldaki ” demesiyle koşup elini öptü. O’nun “ Seni yollamıyorum, bizim kızımız ol” önerisine “Annem babam beni bekler” şeklinde cevap veren Halime Çavuş, 
-“Ben ana-babaya itaatli evlada saygı duyarım” diyen Mustafa Kemal Paşa tarafından çeşitli hediyeler verilerek tekrar evine yollandı ve kendisine maaş da bağlandı. Halime Çavuş 75 yaşında hayata gözlerini yumdu.

SATI ÇIRPAN

Kurtuluş Savaşı’nda cepheye sırtında mermi taşıyan kadınlarımızdandı. Ankara-Kazanlıdır. Millet mekteplerinde okuma yazmayı öğrenen Satı Çırpan, 1934 yılında Mustafa Kemal Atatürk’ün kadınlara seçme ve seçilme hakkını vermesiyle, meclise giren ilk 18 kadın milletvekilinden biri olmuştur.

ŞERİFE BACI

1921 yılı Kasım ayında İnebolu'ya önemli miktarda savaş malzemesi gelmiştir. Malzemenin bir an önce Kastamonu'ya iletilmesi gerekir. Cepheye gidemeyip de köylerinde kalan yaşlılar sakatlar, kadınlar, Menzil komutanlığının malzeme taşınması haberi üzerine kağnılarla yola çıkarlar. İnebolu'dan kağnılara yüklenen cephaneler Kastamonu'ya doğru yol alır. Bu cephane kollarında hep kadınlar vardır. Bunlardan biri de Şerife Bacıdır. Şerife Bacı top mermileri ıslanmasın diye kazağını mermilerin üzerine örtmüş, yavrusu ölmesin diye üzerine abanmış ve soğuktan ölmüştür, ama ölene kadar vücut sıcaklığını yavrusuna vermiştir. Bugün Kastamonu'da şanına layık güzel bir anıtı vardır.

KILAVUZ HATİCE

Adana’nın Külek nahiyesinin Banzınçukur köyünden Hasan Ağa’nın Hatice, Fransızlar’a karşı vatani vazifesini yapmak ve yurdunu korumak maksadıyla Kilikya Milli Kuvvetlerinden Emin ve Derviş ağaların müfrezesine gönüllü olarak iştirak etmiştir. Bu müfrezeler Haçkırı, Kelebek, Bilemedik istasyonlarında bulunan Fransız kıtalarına baskınlar yaparak çok zâiyat verdirmiş ve Fransızlar’dan –çoğu Ermeni askeri olmak üzere– 200’den fazla esir ve birçok ganimetler almışlardır. Bu muvaffakiyet, Adana Milli Kuvvetlerinin şöhretini arttırmış, yiğitlik ve yılmazlıklarıyla anılan halkın kahramanlık hislerini kamçılamış ve Pozantı saldırısını tesri etmişti. Milli Kuvvetlerimiz Pozantı’yı muhasara ettiler. 8 Mayıs (1)336 (1920)’de Pozantı’ya üç cihetten saldırış ve bombardıman başladı. Hakim mevkilerde bulunan toplarımızın Toros Dağları’nda akseden müthiş gürültülerinden zevk alan Milli Kuvvetlerimiz Pozantı’ya taarruza başladılar. Bu taarruza bütün kadınlar, çoluk çocuklarıyla halktan, birçok kişi iştirak etti. Pozantı’da mahsur kalan Fransızlar’ın Tarsus istikametinde bir yarma hareketi yapacaklarını anlayan Hatice, bir kolayını bulup Fransızlar’a katılmış ve onlara yanlış kılavuzluk etmiş ve pek sarp olan Karaboğazı’nı tıkadıktan sonra firar etmiştir. En kısa zamanda Milli Kuvvetlere ulaşan Hatice, düşmanın zor durumda olduğunu haber vererek emrine aldığı yüz kadar silahlı adamı ile Karaboğaz’ın iki tarafındaki tepeleri işgal etmiş ve Fransızlar tam yarma hareketi yaparken, bir ateş baskını ile düşmana büyük bir zayiat verdirmiştir. Bu baskın neticesinde Fransız kıt’alarından 9 subay, 550 esir er ve 7.5’luk bir top ele geçirilmiştir. Hatice Hanım’ın oynadığı bu rol ve yaptığı fedakârlık her türlü kahramanlığın üzerindedir.

GÖRDESLİ MAKBULE

Yunan işgali sırasında, Akıncılar müfrezesinde Halil Efe’nin eşi Makbule Hanım yirmi yaşını henüz doldurmuş, cesur ve çevik bir kadındı. (1)921’de Halil Efe ile Demirci’de evlenmiş ve iki ay sonra kocası ile birlikte yurdu kurtarmak için dağa çıkmış, sekiz ay dağlarda kar, yağmur ve çamurda beraber gezmiş ve düşmanla muharebe edip, İstiklal Savaşı’nın başarıyla sonuçlanacağına kanaat getirerek yılmaz bir azim ve sebatla erkeklere büyük örnekler vermiş ve onları teşvik etmiştir. Kendisi siyah pantolon, ceket ve uzun bir manto giyinir, ayağında çizme, başında siyah başlık ve elinde bir Japon filintası taşırdı. Düşmandan ele geçirdiği doru atı üzerinde daima müfrezenin artçısı olurdu. Pek çevik ata biner ve iner, tehlike zamanında herkesten evvel silahını kullanırdı. Birkaç müsademeye girdiği gibi bir iki defa da düşmanın pususuna düşmüş ve hiçbir zaman metanetini kaybetmemiş, hatta telaş gösterenlere cesaret örneği olmuştur.  Gördesli Makbule Aksihar’la Sındırgı’nın hattının sonunda yer alan Kocayayla’da yapılan bir çatışmada 16 Mart (1)338–(1922)’de başından aldığı bir kurşunla şehit olmuş, aynı yerde kanlı elbisesi ve çizmesi ile toprağa gömülmüştür.

GÜL ESİN

   1933 yılında Türkiye'nin ilk kadın muhtarı seçilen Gül Esin, Aydın'ın Çine ilçesi, Karpuzlu bucağının muhtarlığını yaptığı dönemde Atatürk tarafından ödüllendirilmiştir.

   Muhtar olmasının ardından kahvehanelerde kumar oynamayı yasaklayan Gül Esin, kız kaçırma olaylarını önlemiş ve nikah işlerini düzene sokarak da büyük başarı elde etmişti.

 

BİNBAŞI AYŞE

   Kurtuluş Savaşı hakkında yazılmış eserlerde göğüs göğüse çarpışmış pek çok Müslüman Türk kadınlarından bahsedilir. Kara Fatma, Onbaşı Halide, Tayyar Rahmiye, Kılavuz Hatice, Gördesli Makbule isimleri pek sık zikredilen şahsiyetlerdir. Binbaşı Ayşe de adını hep minnet duygularıyla anmamız gereken kahramanlar arasındadır. Binbaşı Ayşe, Millî Mücadele’de kocasının en kıymetli birer yadigârı olarak sakladığı ziynetlerini satarak at, mavzer, elbise ve çizme tedarik etmiş ve bu mücadelede, derece derece terfi ederek binbaşılığa kadar yükselmiştir.

   1925 Haziran'ı sonlarında İstanbul’da Cumhuriyet gazetesi tarafından yapılan mülakattan onun hakkında şu bilgiyi edinmiş bulunuyoruz.

   “Büyük harpte Kafkas Cephesi'nde yaralanarak ölen kocamın ve tüm vatan evlatlarının intikamını almaya and içmiştim. Allah, bu fırsatı 15 Mayıs 1919’da bana verdi. İzmir’i Yunanlılar işgal ettiği sırada ilk mukavemetimiz sona erip şehre Yunanlılar hâkim olunca Aydın’a gittim. Orada faaliyete geçerek bir Kuvayimilliye birliği teşkil edip bilahare Nuri çetesine katıldım. Aydın muharebelerini yaptıktan sonra Koçarlı’ya çekildik. Bu suretle, bilfiil atıldığım İstiklal Mücadelesi’ne başından sonuna kadar iştirakettim, ilk defa Sakarya’dasol kasığımdan piyade mermisi ileyaralandım. Seyyar hastanede tedaviden sonra tekrar müfrezeme iltihak ettim. Büyük Taarruz’da Mürsel Paşa Fırkasına iltihak ettik ve Ahır Dağlarından düşman gerilerine akmaya memur edildik. İzmir’e ilk giden birlikler arasında ben de vardım. Ancak bu arada misketle sol bacağım kırıldı. Allah’a şükürler olsun bugün büyük gazimiz sayesinde amacımıza ulaştık. Türk ve Türklük kurtuldu. Vaktiyle düşman çizmelerinin altında inleyen sevgili topraklarımızda şimdi serbest ve göğsümü gere gere yürüyorum.”


NAKİYE (Elgün)HANIM

13 Ocak 1920 tarihli Sultanahmet mitinginde Halide Edip Hanım ile 160 bin kişiyi coşturan Muallimler Cemiyeti Başkanı Nakiye (Elgün) Hanım konuşmasını şöyle noktalıyordu: 'Size memleketin bir kadını sıfatıyla hitap ediyorum. Fatih'in, Selim'in, Süleyman'ın mezarlarını, ecdadının ebedî âbideleri olan camileri, türbeleri bırakıp çıkacak içinizde bir erkek var mıdır? Ben tasavvur edemiyorum. Çıkmayacağız, bırakmayacağız.“  Nakiye Elgun Nakiye Hanım 1935 yılında Edirne milletvekili seçilerek bu alanda da öncü olur.

SABİHA RIFAT

   1929’da Sabiha Rifat bayanlar voleybol takımı olmadığı için Fenerbahçe’nin erkek voleybol takımında oynadı. Aynı zamanda Sabiha Rifat Yüksek Mühendis Mektebini bitirerek ülkemizin ilk kadın mühendisi oldu.

   Cumhuriyet döneminde Türk bayanları sosyal hayatın her alanında yer aldı. Hiç şüphesiz bu alanlardan biri de spordur. Önce atletizm ve tenis sporuna başlayan bayanlar daha sonra kürek, eksrim ve yüzme dallarında da kendilerini göstermeye başladı. Leyla Asım Turgut (1920) ilk bayan millî yüzücümüz oldu. 1927’de Azize Hanım Yunanistan’ın dünyaca ünlü Akropol Rallisi’ne katılarak yarıştığı erkek rakiplerini geride bırakarak birinciliği kazandı.

LATİFE HANIM

Mustafa Kemal Atatürk’ün eşi (D. 17 Haziran 1898, İzmir – 12 Temmuz 1975, İstanbul). Latife Uşşaki, Uşakizade Latife ya da daha çok Latife Hanım olarak tanınır ve anılır. Uşak’tan İzmir’e göçmüş varlıklı ve tanınmış bir ailedendir. Uşakizade (sonradan Uşşaklı denilen) Muammer Bey’in kızı, ayrıca Servet-i Fünun ve Cumhuriyet Dönemi yazarlarından Halit Ziya Uşaklıgil’in akrabasıdır. İzmir Lisesi’ni bitirdikten sonra Paris’te Sorbonne Üniversitesinde hukuk okudu, Londra’da dil öğrenimi gördü (1921). Türkiye’ye döndüğünde Kurtuluş Savaşı henüz bitmemişti. Türk ordusunun İzmir’e girişinin ikinci günü Başkomutan Mustafa Kemal’in şehre geldiğini duydu (11 Eylül 1922). Bunun üzerine komutanlık karargâhına giderek, Mustafa Kemal’e, güvenlik gerekçesiyle Göztepe’deki konaklarında kalmasını önerdi. 
   Gazi bu çağrıyı memnuniyetle kabul etti. Bu tanışma ayrıca taraar arasında devamlı haberleşmenin başlangıcı oldu. Mustafa Kemal ile Latife Hanım 29 Ocak 1923 tarihinde Muammer Bey’in evinde, sade bir nikâh töreniyle evlendiler. Mareşal Fevzi Çakmak ile Kâzım Karabekir, Mustafa Kemal’in; Mustafa Abdülhalik Renda ile Salih Bozok ise Latife Hanım’ın nikâh tanıklarıydı. Bu evlilikle Latife Hanım, başkent Ankara’ya gelerek Çankaya’da ilk Cumhurbaşkanlığı köşkü olarak kullanılan Kuleli Köşk (günümüzde Atatürk Müzesi olarak kullanılan bugünkü adıyla Eski Köşk)’te yaşadı. 
   Eşinin isteği üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisindeki oturumları izledi. Pek çok yurt gezisinde eşine eşlik etti. Atatürk’ün yaklaşık olarak iki buçuk yıl evli kaldığı Latife Hanım, Çankaya’daki Kuleli Köşk’ün hanımefendisiydi. Eski köşk girişindeki odayı Şam işi takımlarla kaplatmış, konuk salonuna mavi koltuklar yerleştirmişti. Atatürk eşinden ayrıldıktan sonra bir süre daha eski köşkte kaldı ve 1932 yılında yeni yapılan Çankaya Köşkü’ne taşındı. Latife Hanım, kısa süren evliliğinin ardından kendi getirdiği eşyasını alarak İstanbul’a dönmüştü. Mustafa Kemal, daha Latife Hanım zamanında Köşk’e hem ona yardım etmesi, hem de yetiştirmek amacıyla küçük kızlar aldı. Ancak Latife Hanım kendilerinin ve köşkün bakıma ihtiyacı olduğunu görünce eve İsviçreli bir kâhya kadın getirtti. Fransızca konuşan orta yaşlı Madame Bauer, gelir gelmez köşke kendine göre bir düzen getirmeye çalıştı. Garsonlara eldiven ve frak giydirerek onları sıkı bir disipline soktu. Fakat bu düzen fazla uzun sürmedi, zira Atatürk bundan sıkılmıştı. Madame Bauer bir ev hanımı gibi ziyaretlere gitmeye, kendi de konuk kabul etmeye başlayınca hemen ona yol verildi. 
   Mustafa Kemal ile Latife Hanım, uyumlu bir evlilik sürdüremedi. Aralarında ilk büyük çatışma, bir Erzurum gezisinde ortaya çıktı ve ye mek masasında meydana gelen bir tartışmanın sonunda ma sayı terk eden, daha sonra da Mustafa Kemal ile görüşmeyen Latife Hanım, ertesi gün başyaver Salih Bozok’un eşliğinde Ankara’ya gönderildi. Bunu, geçimsizliğin aşırı dereceye vardığı günler izledi. Latife Hanım’ın tedavi görmek üzere Avrupa’da  bulunduğu bir sırada, önceleri Mustafa Kemal’in yakınında bulunmuş ve onun bakımıyla ilgilenmiş olan Fikriye Hanım’ın birden geriye döndü. Ancak Mustafa Kemal tarfından kabul edilmeyince, Çankaya Köşkü’nden ayrılırken intihar etti. Mustafa Kemal’in bu duruma aşırı derecede üzülmesi Latife Hanım’la aralarında son bir çatışmaya yol açtı. 
   Sert bir tartışma ve küskünlükten sonra Mustafa Kemal, Salih Bozok’u ya nına vererek Latife Hanım’ı trenle İzmir’e, ailesinin yanına gönderdi. Başbakan ve bazı bakanlar kendisini garda uğurladı lar. Atatürk veda görüşmesini kabul etmemişti. Birkaç gün son ra da evliliğin sona erdiği İzmir’de Latife Hanım’a tebliğ edildi. Boşanma haberi, 5 Ağustos 1925 günü radyoda yayımlanan bir hükümet bildirisi ile duyuruldu. 
   Evli kaldıkları iki buçuk yıl içinde çocukları olmamıştı. Ayrıldıktan sonra Latife Hanım derin bir ses sizliğe gömüldü. Anılarıyla ilgili olarak hiç kimseyle görüşmedi. Ailesini kaybettikten sonra da tümüyle İstanbul’a yerleşti. Atatürk’ün, “Gazi Mustafa Kemal” günlerinde, İzmir’de tanışıp evlendiği Latife Hanım’la evliliği 2 yıl, 6 ay, 4 gün sürmüştü. 
   Latife Hanım öldüğü 12 Temmuz 1975 tarihine kadar zaman zaman İzmir’de, zaman zaman da İstanbul’da yaşadı. Göğüs kanseri nedeniyle yaşamını yitirdi ve Edirnekapı Şehitliği’ndeki aile mezarlığında toprağa verildi.  Tüm ısrarlara karşın Atatürk’le ilgili anılarını anlatmamıştır. Latife Hanım’ın anıları ve sakladığı kıymetli belgeler Türk Tarih Kurumu’nda bulunmaktadır.


ZÜBEYDE HANIM

   Mustafa Kemal Atatürk’ün annesi (D. 1857, Langaza / Selânik - Ö.14 Ocak 1923, İzmir). Ailesi Orta Anadolu (Karaman)’dan İzmir’e göç eden, oradan da Fatih Sultan Mehmet zamanında Selânik’in batısında, Arnavutluk sınırına yerleştirilen Yörüklerden, Sarıgöllü Sofuzade Sadullah (Feyzullah) Ağa ile Ayşe Hanım’ın kızıdır. Feyzullah Ağa, Langaza’da toprak işleri ile uğraşan bir Türkmen’dir. Orada doğan Zübeyde Hanım, gençliğini çiftlikte geçirdi. Annesi çevresinde Molla Hanım olarak tanınırdı. Döneminde kadınların okula gitmesi yaygın olmadığı  için, Zübeyde Hanım’ın okuryazar oluşu nedeniyle Zübeyde Molla olarak anılırdı. Hacı So (sofu) gibi dinine bağlı  bir aileden geldiği için kendisi de gerçekten öyleydi.    Zübeyde Hanım, Selanik’te Gümrük Muhafaza Teşkilatı memurlarından Ali Rıza Efendi ile 1871 yılında ve henüz on dört yaşında iken evlendi. 
   Evliliğinin ilk yıllarını Olimpos Dağı eteklerindeki Papazköprüsü  denilen yerde geçiren Zübeyde Hanım ve ailesi sonra Selânik’teki pembe boyalı bir eve taşındı. Ali Rıza Efendi’nin Zinet-i Bostan denilen bir arsanın üzerine yaptırdığı  bu evde Zübeyde Hanım, Atatürk’ü dünyaya getirdi. O günleri şöyle anlatır: “Evin bahçe duvarları  yüksek ve alt pencereleri de demir parmaklıklıydı. Mustafa’m bu evin ikinci katında sol tarafa düşen ocaklı odada doğmuştu. O zamanlar Ali Rıza Efendi’nin memuriyeti Çayağzı denilen yerdeydi. Bazı  geceler eve gelemiyordu. Bu sebeple bana Üftade isimli bir yardımcı  tutmuştu. Bu evde ana-oğul çok ıssız bir hayat geçirdik.
   ” Zübeyde Hanım’ın Ali Rıza Bey’le evliliğinden son olarak Mustafa (Gazi Mustafa Kemal Atatürk) Makbule (Atadan) ve Naciye adlı çocukları dünyaya geldi. Bunlardan Naciye küçük yaşta öldü. Daha önce doğan Fatma, Ömer ve Ahmet de yaşamamışlardı. 
   1881’de doğan dördüncü çocukları Mustafa’nın hangi okula gideceği aile içinde tartışma konusu oldu. Dindar bir kişi olan Zübeyde Hanım, Mustafa’nın dini eğitim veren Mahalle Mektebi’ne gitmesi konusunda ısrarcı olmuştu. Ancak kısa bir zaman sonra babası  küçük Mustafa’yı başka bir okula verdi. Önce Selânik Evkaf Katipliğinde ve Gümrük Memurluğu görevinde bulunan, sonra kereste ticareti yapan Ali Rıza Bey’in 1888’de ölümüyle 27 yaşında dul kalan Zübeyde Hanım, baba ocağına döndü. Çocuklarını da alarak ağabeyi Hacı Hüseyin Bey’in Langaza’daki çiftliğine yerleşti. Bu tarihten sonra oğlunun iyi bir öğrenim görebilmesi için çabaladığı dönemler başlayacaktı.  Mustafa’yı, öğrenimini sürdürebilmesi için Selânik’teki büyükannesi ve teyzesinin yanına gönderdi.   Mustafa daha ilkokuldayken 1888 yılında kocasını yitiren Zübeyde Hanım, daha temelli yerleşmeden önce zaman zaman çocukları ile birlikte kardeşi Hüseyin Ağa’nın çiftliğine giderdi. 
   Bu sırada, ağabeyine daha fazla yük olmak istemeyen Zübeyde Hanım; Atatürk’ün ifadesiyle, ‘iyi kalpli bir insan olan’ Selânik Gümrükler Başmüdürü Evranoszade Ragıp Beyle ikinci evliliğini yaptıysa da bir süre sonra ayrıldı. Kızlarından Naciye de çok yaşamadı. Balkan harbinden sonra, birçok Türk ailesi gibi, kızı Makbule ile birlikte Selanik’ten göç edip İstanbul’a gelerek Beşiktaş / Akaretler’de bir eve yerleşti. Milli Mücadele yıllarında Ankara’ya gelen Zübeyde Hanım, 1919’da ayrılmak zorunda kaldığı oğlu Mustafa Kemal’i, yıllar sonra Ankara’da Cumhurbaşkanı olarak gördü.     
   Yalnızca öğrenim yaşamında değil, Mustafa Kemal’in arkadaşlarıyla birlikte kurduğu “Vatan ve Hürriyet” adındaki derneğin çalışmaları  sırasında da Zübeyde Hanım oğlunun yanındaydı. Kimi zaman onu uyarıyordu ve diyordu ki; “Evlâdım, siz acemisiniz. Madem ki böyle işlerle uğraşıyorsunuz, beni yaptığınız işlerden haberdar ediniz. Çok dikkat etmelisiniz. Gizli şeyleri bana haber veriniz. Yegâne erkek evlâdım sensin.”   
   Zübeyde Hanım, ağabeyine daha fazla yük olmamak için yeniden evlenmeyi düşündüğünde, bu ikinci evliliğini Evranoszade Ragıp Bey’le yapmıştı. Ragıp Bey’in önceki evliliğinden dört çocuğu vardı. Bu evlilik, babasının anısına saygı gösterilmediğini düşünen Mustafa Kemal’i kızdırdı. Ama yine de sonraki yıllarda Ali Fuat Cebesoy’a, Ragıp Bey hakkında; “Bana karşı hep çok saygılı  davranmış, büyük adam muamelesi yapmıştır. Nazik ve kibar bir insandır” diyerek söz edecekti.  Zübeyde Hanım, Balkan Savaşı (1912)’ndan sonra Ragıp Bey’den ayrıldı  ve artık Osmanlı toprağı olmaktan çıkan Selânik’i bırakarak kızı  Makbule ile birlikte İstanbul’a göç ederek yerleşti. Ancak İstanbul’da işgal kuvvetleri tarafından yapılan baskınlardan çok etkilendi ve hastalığı  bu dönemlerde yeniden ortaya çıktı.  
   Atatürk’ün 1919’da Samsun’a  çıkması ile aralarına özlem dolu uzun bir dönem girecek ve Zübeyde Hanım oğlunu ancak 14 Haziran 1922 yılında Adapazarı’nda görebilecekti. Bu arada oğlunun Osmanlı  padişahı tarafından ölüme mahkûm edilişi de doğal olarak onu çok üzmüş olmalıydı.  Ahmet Emin Yalman, Zübeyde Hanım için şöyle der: “Bu yüksek ruhlu kadın, küçük yaşta babasız kalan evlâdını  yetiştirmek için büyük bir azimle çalışmış ve her türlü zorluğa göğüs germişti. Yıllardan beri görmediği oğluyla üzerinde sade bir basma entari olduğu halde  buluşmaya giderken yanındakiler kalbinden rahatsız olduğunu bildiklerinden onu hazırlamak kaygısına düşmüşlerdi. Bu endişeyi sezmesi, bize sakin olduğunu söylemesi onun ne asil ruhlu olduğunu gösteriyordu.” Oğluyla Milli Mücadele yıllarında Ankara’ya yerleşen Zübeyde Hanım’a, Ankara’nın sert ikliminin iyi gelmediğini söyleyen doktorları, yaşayacağı yer olarak ona İzmir’i önerdiler. Atatürk Salih Bozok’a; “Salih, annemin hastalığı  çok vahimleşti. Korkarım ki kendisine bir hal olmasın. Son isteğini yerine getirmek için engel olmak istemedim. Bu korktuğum şey vaki olursa yapacağın şudur. Ankara’ya yakınsanız oraya dönün. İzmir’e yakınsanız oraya gidin. Annemin cenazesi benim her zaman ziyaret edebileceğim bir yere gömülmelidir” dedi.     
    Zübeyde Hanım 14 Ocak 1923 tarihinde 66 yaşında yaşama gözlerini yumdu. İzmir’in merkez ilçesi Karşıyaka’da 1940 yılında yaptırılan anıt mezarda yatmaktadır. Zübeyde Hanımın adı; cadde, sokak, semt, huzurevi adlarından başka eğitimden sağlığa kadar yurdun her yanında pek çok kurum ve kuruluşa verilmiştir.

MAKBULE HANIM (ATADAN)

   Mustafa Kemal Atatürk’ün kız kardeşi (D.1885, Selanik  - Ö. 18 Ocak 1956, Ankara). Balkan savaşlarından sonra (1912-13) annesi Zübeyde Hanım ile birlikte Selanik’ten ayrılarak, İstanbul’da ağabeyinin kendileri için hazırladığı Akaret’lerdeki eve yerleşmişti. Orta boylu, açık sözlü, kendisine karışılmasından hoşlanmayan bir bayandı. Mustafa Kemal, Milli Mücadeleyi başlatmak üzere İstanbul’dan ayrıldığında ana-kız Akaret’lerdeki evde yaşamayı sürdürdüler. Cumhuriyet’in kuruluşundan (1923) sonraysa Mustafa Kemal, annesi ile kız kardeşini Ankara’ya aldırdı. 
   Bir süre ağabeyinin yanında kalan Makbule Hanım, sonradan Çankaya köşkünün içindeki arazinin batısında kendisi için yaptırılan “Çamlı Köşk”e yerleşerek burada yaşamaya devam etti. Ancak, Atatürk’ün ölümünden sonra unutulmuş olarak bir kenara çekilmek durumda kalmıştı. Çamlı Köşk kamulaştırılarak devlet tarafından satın alınmış ve Çankaya Köşkü’nün yabancı konuklara ayrılan bölümü durumuna getirilmişti.
   Makbule Atadan, 1930 yılında Atatürk’ün isteği üzerine, Fethi Okyar’ın kurduğu Serbest Cumhuriyet Fırkası’na girmiş; bu partinin birkaç ay sonra kapatılmasıyla da Makbule Hanımın siyasi hayatı da sona ermiş oldu. Makbule Atadan 1935 yılında milletvekili Mecdi Boysan ile evlendi,1956 yılında da 69 yaşındayken öldü. Atadan’ın, ağabeyi Mustafa Kemal ile ilgili anıları “Büyük Kardeşim Atatürk” (1952) ve “Ağabeyim Mustafa Kemal” (1952) adlarıyla yayınlanmıştır. O kitaplardan birinde, ağabeyi Mustafa Kemal’in onları İstanbul’da bırakarak, Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak üzere Anadolu’ya geçiş sürecindeki durumlarını şöyle anlatır: “Tam üç gün üç gece telefonumuz çalmadı. Üç gün sonra telgrafını aldık; ‘Samsun’a çıktım, sıhhatteyim, merak etmeyin’ diyordu. Üzüntümüzün yerini büyük bir sevinç kapladı, ama gidiş o gidişti. Arada sıra onun yakınlarından biri geliyor, hatırımızı sorup gidiyordu. Tam sekiz sene abimi göremedik. Abimin talimatıyla hiçbir yere çıkmazdık. Bir gün kapı çalındı, pencereden baktım, tanımadığım kimselerdi, açmadım kapıyı. Gene çalındı aşağı indim tam on sekiz kişilik bir kalabalık.  
   Hepsi Osmanlı hükümetinin adamları, dışarı çıktım ve aramızda şu konuşma geçti: ‘Ne var ne istiyorsunuz’ dedim, ‘Evi arayacağız’ dediler. ‘Kimin evini arayacaksınız?’ ‘Mustafa Kemal’in evini’ dediler. Kızdım, ‘canım bizim evimizi ne hakla arıyorsunuz, annem hasta ölüm yatağında, ben yalnız bir kişiyim.’ ‘Mecburuz’ diye ısrar ettiler. Yan taraftan birkaç kişi yanımda belirdi, fısıltı halinde korkmayın dediler, biz Mustafa Kemal’in adamlarıyız, evi kimseye bastırtmayız, siz kapıyı kapatıp yukarı çıkın.’ Bu duruma çok sevindim. Annemin yanına gittim. ‘anneciğim’ dedim, ‘abimin adamları etrafta dolaşıyorlar, hiçbir şey yapamazlar bize’. Sonra kapıdaki kalabalığın çoktan dağılmış olduğunu gördüm. Aradan sekiz sene geçmişti. Abim gayesinde başarılı olmuştu. İstanbul’a geleceğini haber aldığımız zaman sevincimize diyecek yoktu. Onun sevdiği yemekleri yaptık. Gözümüze uyku girmedi günlerce.”

FİKRİYE HANIM

   Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın ikinci eşi Galip Bey’in kardeşi Memduh Hayretin Bey ile Vasye Hanım’ın kızı (D. 1887, Selanik / Osmanlı İmparatorluğu – Ö. 31 Mayıs 1924, Ankara). Genç yaşta bir Mısırlı ile evlenmiş, fakat ha rem hayatı yüzünden bu evliliği yürütemeyerek ailesinin yanı na dönmüştü. İyi yetiştirilmiş bir genç kızdı. Fransızca ve Yunanca biliyor, ud ve piyano çalıyordu. Mustafa Kemal'i çocukluğundan beri tanıyor ve ona daima “ağabey” diye hitap ediyordu. 
   Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı'nın başlarında Çankaya'da bakımdan yoksun bir hayat yaşıyordu. Et rafında yaverleri, seyisi, şoförü vardı; ama kişisel bakımıyla il gili özel hizmetlerinin hepsini Bekir Çavuş'tan beklemek zorundaydı. Bekir Çavuş da her şeyi, fakat elinden geldiğince yapabiliyordu. Selanik'teki dostlarından Mithat Bey bir gün Mustafa Kemal'i ziyarete gittiği zaman bu durumu gördü ve yakından ilgilendi. Mithat Bey sadece ihtiyacı görmekle kalmayıp bu işi yapabilecek kimseyi de bulmuştu; en uygun kişi Fikriye Hanım olabilirdi. Mithat Bey'in tasarısı bütün ilgililerce uygun bulundu ve Fikriye Hanım kısa bir süre sonra Çankaya'ya davet edildi. Çok geçmeden işlere hâkim oldu ve yumuşak davranışlarıyla çev resindekilere kendini sevdirip saydırdı.
   Bu düzen 1923'e kadar böyle sürdü; ancak bu arada Fikriye Hanım ciğerlerinden rahatsızlanmıştı. Mustafa Kemal'in Latife Hanım'la evlenmeye hazırlanışı, ona duygusal yönden de bağlanan Fikriye Hanım'ın hastalığını etkiledi. Bunun sonucu ken dini kaptırdığı tek yanlı hırçınlık sağlığını daha da sarstı ve tedavi için, biraz da Mustafa Kemal'in ısrarı ile istemeye istemeye Münih'e gitmek zorunda kaldı. Sinirlerini yıpratan ev liliğin gerçekleştiğini bu tedavi sırasında öğrendi ve hemen Türkiye'ye döndü. Birkaç gün Çankaya Köşkünde kaldı. Latife Hanım'ın bu misarlikten hoşlanmadığını anlayın ca, Mustafa Kemal'in tavsiyesine uyarak İstanbul'a yerleşmeyi kabul etti. Çankaya'dan ayrıldıktan sonra iki gün kadar şe hirde bir otelde kaldı ve o sırada, daha önce kaybettiği bavu lunu buldu. Bu bavulda, Mustafa Kemal'e Münih'ten getirdiği bir armağanı vardı. Ankara'dan ayrılmadan bu armağanı ken disine vermek üzere bir kere daha Çankaya'ya gittiği zaman kendisini tanımayan bir başyaver Rüsuhi Bey, Mustafa Kemal'i görmesine engel oldu. Bu durumun etkisi altında bir arabayla Çankaya Köşkünden ayrılan Fikriye Hanım birkaç yüz metre ileride tabancayla in tihar etti ve kaldırıldığı hastanede, Mustafa Kemal'in direk tiyle gösterilen özel ihtimama rağmen kurtarılamadı. 
   Hıfzı Topuz'un belgelere dayandırarak yazdığı Gazi ve Fikriye romanında ise Fikriye Hanım'ın intihara teşebbüs ettiği tarihten öldüğü tarihe kadar hastanede tedavi altında kaldığı, kurşun yarasıyla değil, kurşunun açtığı yaranın enfeksiyon kapması ve tam iyileşmeyen verem hastalığının iyice azması nedeniyle öldüğü yazılmaktadır. Araştırmacı Eriş Ülger, Ata'nın yaveri  Salih Bozok'un anılarına dayanarak mezar yerinin  Kuğulu Park'ta olduğunu söylemektedir.  Fikriye Hanım kitabının yazarı  Fatih Bayhan ise Fikriye Hanım'ın bugün üzerinde bankaların bulunduğu Ankara'nın  Ulus semtindeki eski mezarlıkta yatmakta olduğunu belirtmiştir. Can Dündar ise bugün  Ankara Etnografya Müzesi'nde  Mustafa Kemal Atatürk'ün at üzerinde dev bir heykelinin yükseldiği yere defnedildiğini yazmıştır.

AFET İNAN

   Afet İnan, ilköğrenimini Eskişehir'in Mihalıççık ilçesinde, Ankara ve Biga'da tamamlamıştır. Daha sonra, Bursa Kız Öğretmen Okulu'nu 1925 senesinde bitirmiştir.
   İlk vazifesine 17 yaşındayken İzmir'de Reddi İlhak İlkokulu'nda başlamıştır. Mustafa Kemal, Afet İnan'ın ailesinin Makedonya kolunu tanıdığından, kendisinin meslek ve durumu ile ilgilendi. Afet İnan'ın isteği, öğrenimini sürdürmek ve yabancı dil öğrenmekti. Bunun yerine getirilmesi için Mustafa Kemal, Afet İnan'ın babası ve annesi ile görüşerek, kendisini o sene İsviçre'nin Lozan şehrine Fransızca öğrenmeye gönderdi. (1925 - 1927)
   Daha sonra, İstanbul'da Fransız Kız Lisesi (Notre Dame de Sion)nde bu eğitimini sürdürdü (1928-1929). Ortaöğrenim tarih öğretmenliği sınavına girerek öğretmenlik belgesini aldı ve Ankara Musiki Öğretmen Okulu'na, Tarih ve Yurt Bilgisi öğretmeni olarak atandı (1929-1930). Türk Tarih Kurumu'nun kuruluş çalışmalarında yer almış ve orada uzun seneler Asbaşkanlık yapmıştır. Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü'nün de müdürlüğü yapmıştır. Akademik çalışmalarına devam eden İnan, 1938senesinde lisans, 1939 senesinde doktora çalışmalarını tamamlayarak 1942 senesinde doçent ve 1950 senesinde profesörlüğe yükseldi. Prof. Dr. Afet İnan'ın Mustafa Kemal ve Türk tarihi ile ilgili birçok yayını bulunmaktadır. İnan 8 Haziran 1985 tarihinde hayatını kaybetmiştir.


SABİHA GÖKÇEN

   Dünya'nın ilk kadın savaş pilotu olan Sabiha Gökçen, 22 Mart 1913 tarihinde Bursa'da dünyaya geldi. Genç yaşta ailesini kaybeden Gökçen, Mustafa Kemal Atatürk'e giderek okumak istedğini söyledi. Bu olayın ardından Mustafa Kemal, Sabiha'yı evlatlık edindive çeşitli okullarda öğrenim görmesini sağladı.

   Sabiha Gökçen, 1935 senesinde Türkkuşu'nun açılış töreninde yapılan planör gösterilerinden etkilenerek havacılık sektörüne yöneldi. Mustafa Kemal'in de desteğini alarak Türk Kuşu Sivil Havacılık Okuluna girdi. Bu dönemde yedi erkek öğrenciyle birlikte Kırım'a gönderilerek altı aylık yüksek planörcülük eğitimini Koktebel Yüksek Planör Okulunda tamamladı. Bunun yanında Eskişehir Havacılık Okulunda da Savmi Uçan ve Muhittin Bey'den özel uçuş dersleri aldı. 25 Şubat 1936'da ilk defa motorlu uçak ile uçmaya başladı.

   Gökçen 1937 senesinde Tunceli'de çıkan isyanı bastırmak için başlatılan Dersim Harekatı'nın hava saldırısı safhasında yer alan ilk kadın savaş pilotuydu. Bu operasyonun sonucunda çok sayıda insan öldürüldü. Gökçen bu konu ile ilgili 1956 senesinde Halit Kıvanç'a verdiği bir röportajda: "Canlı ne görürseniz ateş edin! emrini almıştık. Asilerin gıdası olan keçileri dahi ateşe tutuyorduk" demiştir.

   1937 senesinde Fransa'nın, Hatay'ı Suriye'ye devretmeye hazırlandığı yolundaki haberler, başkentte sert tepkiyle karşılandı. Mustafa Kemal'in emriyle üniformasını giyen Sabiha Gökçen, Fransız elçisinin önünde havaya üç el ateş etti ve "Hatay'ın vatana katılması için gerekirse silahlanırız" dedi. Bu olaydan sonra tutuklanarak 1 gün hapis yattı. Gökçen'in bu teşebbüsü sayesinde Atatürk'ün planı tuttu ve düşmana göz dağı verildi.

   Sabiha Gökçen, 1938 senesinde uçağıyla beş gün süren bir Balkan turu gerçekleştirdi. Bu seyahati sırasında Atina, Sofya ve Belgrad gibi şehirleri gezdi. 22 Haziran 1938'de İstanbul'a geri döndü.

   Sabiha Gökçen, manevi babası Mustafa Kemal'i kaybedince ordudan ayrılarak Türkkuşu Uçuş Okulunda başöğretmen olarak çalışmaya başladı. 1955 senesine kadar da bu görevini sürdürdü. 1940 yılında aynı okulda öğretmenlik yapan Üsteğmen Kemal Esiner ile evlendi. Ancak Esiner 3 sene sonra yaşamını yitirdi. Sabiha Gökçen, 22 Mart 2001'de Gülhane Askerî Tıp Akademisinde öldü.

Sabiha Gökçen'in Aldığı Ödüller

- Türk Hava Kurumu'nun bir numaralı Övünç Madalyası ve beratı
- Yugoslav Ordusunun en büyük nişanı olan Beyaz Kartal Nişanı ve ordu brövesi
- Romanya Ordusu Havacılık Brövesi
- Trakya ve Ege Manevraları'ndan dolayı verilen hatıra madalyalar,
- Türk kadınının seçme ve seçilme hakkı kazanmasının 50. yılında TBMM'deki törende verilen mesleklerinde öncü kadınlar plaketi,
- Selçuk Üniversitesi'nin fahri doktorluk payesi,
- Türk Hava Kurumu tarafından 1989 yılında verilen altın madalya,
- 1991'de Uluslararası Havacılık Federasyonu'nun havacılığın bütün dallarında üstün başarı gösteren havacılara verdiği FAI altın madalyası
- 1996'da ABD'nin Maxwell Hava Üssü'ndeki törende "dünya tarihine adını yazdıran 20 havacıdan biri" ünvanı
- Ordu, çeşitli dernek ve kuruluşların verdiği 28 adet plaket.


Yorumlar - Yorum Yaz
İSLAMİ DÖNEM İLK DİL VE EDEBİYAT ÜRÜNLERİ
TÜRK EDEBİYATININ DÖNEMLERİ